Listedeki Mahkumlar

Listedeki Mahkumlar

März 30, 2022 Makale Menschenrechte 0

Sabah erkenden kalkıp anneannesini uyandırarak;

– „Anneanne yarın babamla annemi görmeye gideceğiz değil mi?” diye sordu küçük Zeynep.

– “Evet cancağızım, tabii ki. Bu akşam yola çıkacağız.“ diyordu Hatice Hanım. Belli ki küçük Zeynep heyecanlıydı.

– “Anneanne bayramlıklarımı da göstereceğiz değil mi?” diye ekledi. Hatice Hanım hafif bir tebessüm ile torununun başını okşadı önce, sonra da hafifçe yutkunarak:

– „Tabii güzelim, tabii ki göstereceksin.“ diye ekledi. Akşam olmuş hummalı bir hazırlığın sonuna gelinmişti. Hazırlıklar tamamlanmaya yakın dört yaşındaki Küçük Zeynep anneannesine dönerek;

– „Anneanne babamla annemin resimlerine bakabilir miyiz?“ diye sordu.

Hatice Hanım televizyon konsolunun altındaki çekmeceden albümü çıkardı. Zeynep‘i kucağına alıp saçlarını okşayarak,

– „Haydi yavrum, aç bakalım şu albümü“ dedi.

Belli ki Hatice Hanım bu albümü özel olarak oluşturmuştu. Birlikte fotoğraflara bakmaya başladılar. Başladılar ama, Hatice Hanım’ın gözlerinden birer birer yaşlar da süzülmeye başlamıştı. Küçük Zeynep kocaman yüreği ve minik parmakları ile anneannesinin gözyaşlarını silerek;

-Anneanne babam artık çalışmasa? Ben istemiyorum, o öğretmenlik yapmasın artık, yanımızda dursun. Hem neden ikisi birden çalışıyor ki? Annem de çalışmasın. Yarın babama kocaman sarılacağım. Yanaklarından öpeceğim ve “Babacığım, artık çalışma, evimize gel, beni parka götür, söz vermiştin bana hani? Hem beni okula da yazdıracaktın, okula sen götür beni.” diyeceğim.

Hatice Hanım’a yine büyük bir vazife düşüyordu.

– Ama yavrum, hani seninle konuşmuştuk ya?. Biliyorsun yakında bir kardeşin olacak inşaallah. Masraflarımız artacak. Bu yüzden annen ve baban biraz daha çalışmalı. Hem öğrencilerini bırakıp nasıl gelsinler ki? diye de ekledi.

Hatice Hanım ve küçük Zeynep’in çıkma vakti gelmişti artık. Eline aldığı ufak valizi ile “Haydi yavrum, otobüse yetişmemiz gerekiyor.” Diyerek, Küçük Zeynep’in elinden tutup, hasret, özlem ve hüzünle yoğrulacak yolculuklarına başladılar. Aslında, artık iki haftada bir çıktıkları bu yolculuğa alışmaları gerekiyordu, fakat alışılabilecek cinsten bir yolculuk değildi ki. Otobüsteki yerlerini aldıklarında Küçük Zeynep anneannesinin bamteline dokunacak tatlı ve bir o kadar da cevaplanması zor konuşmalarına, yani sorularına tekrar başladı.

-Anneanne neden dedemle birlikte gitmiyoruz? Hem dedemin arabası da var. Bizi o götürse olmaz mı? Uzun zamandır dedemi göremiyorum, özledim hem de.

Hatice Hanım‘ın eşi son olaylardan sonra kızı Melike Hanım ile görüşmüyordu. Hatta o kadar ki şiddetli bir tartışmadan sonra Hatice Hanım’a da son restini çekmişti. Hatice Hanım’a “Ya burada kalır ve onları hayatından silersin, ya da bu evi terk edersin” demiş ve son sözü de bu olmuştu. Hatice Hanım da torunu küçük Zeynep’i  alarak, kızlarının evine taşınmış, bir yandan torununa bakıyor, bir yandan da kızı ve damadı ile ilgilenmeye çalışıyordu.

Aslında kızı ve damadı dünya tatlısı insanlardı. Yıllarca Türkiye’nin farklı yörelerinde görev yapmışlar, son olarak da büyükelçilerin dahi ismini bilmediği bir ülkede öğretmenlik yapmaya başlamışlardı. Kimin bir ihtiyacı olsa yardıma koşarlardı. Yaraları sarmak, birilerine bir şeyler verebilmek, öğretebilmek, faydalı olabilmek uğruna, karı koca birbirlerini dahi çok az görebilmişlerdi. Ve bir gün tekrar Türkiye’ye geri döndüler. Çünkü “Size artık orada ihtiyaç var, gitmeniz lazım.” denmişti. Gözyaşları içinde bırakıp gelmişlerdi hicret diyarlarını, kalplerinin yarısını da orada bırakarak… Kaderin cilvesine bakın ki, döndükten bir süre sonra, Türkiye’de bir takım olaylar olmuştu: bir gecede darbeci statüsüne konulmuşlar, pasaportlarına da el konulmuştu. O büyükelçilerin ismini dahi bilmediği ülkeye yapmış oldukları seyahatler mahkeme dosyalarına delil olarak konulmuştu. Diğer delil ise bir dönem maaşlarının yatırıldığı banka idi. Tam iki hafta gözaltında tutulmuşlar, çıkarıldıkları tiyatroya benzeyen düzmece mahkeme sonrasındaysa, terör örgütü üyesi oldukları iddiasıyla ve kaçabilecekleri (!) endişesi ile tutuklanmışlardı.

Küçük Zeynep’in annesi iki aylık hamileydi üstelik. Sabah şafakla birlikte evlerine gelen polisler, Zeynep’i o gün öyle ağlatmışlardı ki. Annesi ve babasının gidişinden etkilenen Zeynep, artık anneannesinin yanından bir an olsun ayrılamıyordu. Çünkü onun da kendisini bırakıp gitmesinden çok korkuyordu. Kendini parçalarcasına ağlamasına ve annesine sarılmak istemesine rağmen polisler izin vermemişler, üstelik onun odasına da girip, kızcağızın tüm eşyalarını dağıtmışlardı. Küçük Zeynep artık nerede polis görse, anneannesine, ‘’gidelim buradan anneanneciğim’’ diyordu.  Karşı komşularına dahi oynamak için gidemiyor, aradan yedi ay geçtikten sonra bile, ancak iki kapıyı da açık bıraktırmak şartıyla, karşı komşularına gidebiliyor, anneannesinin orada olduğundan emin olmak istiyordu. Hatice Hanım’ın bir emekli maaşı bile yoktu. Elli yıllık kocasının da onu açlığa terk etmesinden sonra ancak, kızının arkadaşlarının verdiği cüzi bir miktar para ile geçiniyorlardı. Sağ olsunlar o arkadaşları da her zaman onlar için koşturuyorlar, kolu kanadı kırık bu insanlara acaba nasıl destek olabiliriz diye onların derdiyle dertleniyorlardı.

Anne Melike Hanım ise ertesi gün kızına sarılacak olmanın verdiği heyecanla uyuyamıyor, yarın kızına neler söyleyeceğini düşünüyordu. Aslında koğuştaki hiç kimse bu gece uyuyamamış, kim bilir kaçıncı kez yarınki açık görüşün hayalini kurmuşlardı. Çünkü bu onlar için zaten bir bayramdı. Sevdiklerine sarılabilmek, arada cam olmadan onlarla görüşebilmek, ellerini tutabilmek meğer ne paha biçilemez güzelliklermiş! Yüzlerinde beliren hafif tebessümler de bu yüzdendi.

Melike Hanım’ın koğuşu çok renkli bir koğuştu: öğrenciler, öğretmenler, ev hanımları, akademisyenler, bir doktor ve bir de diş hekimi vardı koğuşlarında. Her gün çok yoğun aktiviteler ve kurslarla değerlendiriyorlardı vakitlerini. Mesela, İngilizce öğretmeninin açtığı bir kurs vardı ve sabah namazından sonra gönüllü olarak, isteyenlere İngilizce öğretiyordu. Yastık, seccade ve iğne iplik kullanarak bebek yapmayı öğreniyorlardı. Arapça dersleri ve sohbet şeklinde yapılan Kur’an-ı Kerim meali okuma dersleri, bunlardan sadece bir kaçı idi.

Eşi Mehmet Bey‘in koğuşunda da durum pek farklı değildi. Mehmet Bey, koğuşunda yeterli yatak olmadığı için yerde yatanlar arasında idi. Günde sadece iki saat sıcak su veriliyordu kendilerine. Tek bir tuvaleti ve banyoyu otuz kişi kullanıyorlardı, fakat yine de günlerini bol bol okumakla ve kendilerini yetiştirmek için çaba sarf ederek geçiriyorlardı. Burayı bulunmaz bir fırsat olarak görüp, değerlendirmeye çalışıyorlardı. Öğleden sonra yaptıkları voleybol maçları çok keyifli oluyordu bu arada. Kantinci gardiyan bir seferinde “On sekiz yıldır buradayım, sizler geldikten sonra dolaplara kilit satamaz olduk, bu nasıl olur inanamıyorum.“ demişti. Kütüphaneci gardiyan ise yine ‘’Kütüphane işi az olur diyerek bu bölümü seçmiştim, fakat siz geldikten sonra burada en yoğun çalışan personel haline dönüştüm, sizin yüzünüzden emekliliğimi isteyeceğim“ demiş, gülüşmelere sebep olmuştu.

İki tarafta da semaver çayları meşhurdu. Çay sohbetleri yapılıyor yapılmasına, ama her iki koğuşta da anneler, eşler veya çocuklar akıllara gelince hüzünleniyorlar, gözlerden yaşlar süzülüyordu. Dolaplarından çıkardıkları aile albümüne bakarken gözler doluyor, içten yakarışlar gözyaşları ile semaya arz ediliyordu. Anne ve babaya, eğer o hafta kızları ile görüşürlerse, birbirleri ile görüşme imkanı verilmiyordu bu sefer. İmtihan çetindi, ama dayanmak gerekiyordu.

Zeynep sabah mahmur gözlerle, bu kaleye benzeyen yapının önündeydi yine. Hatice Hanım, küçük Zeynep’e bayramlıklarını giydirdi. Gardiyanlarla şakalaşarak geçtikleri üst aramasının ardından yerlerini aldılar. Melike Hanım da dünden bitirdiği bebeği ve kantinden aldığı çikolatalarla sabırsızca bekliyordu. Ve nihayet gardiyan gürültü ile kapıyı açtı, Melike Hanım‘ın ismini okudu. Soğuk koridorda tüm koğuş sıraya geçirilmiş, yan koğuş bekleniyordu. Aslında bu, ayni zamanda iki koğuşun da birbirlerini gördükleri, fısıldaşabildikleri, iki ayda bir yaşanan tek bir andı. Gardiyanların hızlı bir şekilde hadi hadi sesleri eşliğinde geçtikleri demir kapılardan sonra, fotoğraflar da çekilmişti.  Şimdi kalpler hızla atmaya başlamıştı. Herkes yüzündeki hafif gülümsemeyi ve gözlerinden süzülen bir iki damla yaşı saklamaya çalışarak, numara sırasına girmişti. Numaralar da alındı ve işte sabırsızlıkla beklenen o buluşma anı geldi…

Melike Hanım kızını görünce tutamadı yine gözyaşlarını. Sarıldı, öptü, kokladı, ağladı, ‘’kızımmm!’’ diyebildi sadece. Belli ki, ıssız bir çölde susamış birinin suya kavuştuğu andaki duyguları ne ise, Melike Hanımın da durumu ayni idi. Zeynep’te ise bu sefer farklı bir durum vardı. Soğuktu. Anneannesine yaklaştı, ‘’Bu, benim annem, değil mi anneanne?“ deyiverdi. Belli ki aradan geçen zaman onun üzerinde etkili oluyordu.

–  „Evet yavrum, hani sarılacaktın anneye, hani konuşacaktın onunla ya?“

Sonra da sımsıkı sarıldı annesine, hiç bırakmayacakmış gibi. Bayramlıklarını, ayakkabılarını gösterdi. Annesinin elini öptü. ‘’Çalışmanı istemiyorum artık anne. Babama da söyleyeceğim. Yeter artık eve gelin. Söz veriyorum, bundan sonra marketlerde sizden hiçbir şey istemeyeceğim, size hiç masraf çıkartmayacağım“ dedi. Bebeğini eline aldı ve onunla biraz oynadı.

Görüş vakti bitmiş, ayrılık vakti gelip çatmıştı. Küçük Zeynep’in yüreği büyüktü, ama ağır geliyordu artık, dayanamıyordu anne ve babasının hasretine. Hıçkırıklar o soğuk salonun yağlı boyalı açık kahverengi duvarlarında yankılandı ve eller sonunda zorla ayrıldı birbirinden. Gardiyanların mikrofondaki boğuk sesleri yankılanmaya başlamıştı her yerde.

– „Anne, sana emanet’’ diyebildi sadece Melike Hanım.

Döndü geldi koğuşuna ve işte en zor anlar… Herkes birbirine bir şeyler soruyor ve bir şeyler anlatıyordu. Kim geldi, bir haber var mı, çocuklar nasıldı diye… Melike Hanım‘ın aklına iki hafta öncesi geliverdi. Kızıyla cama kafa atmaca oynamışlardı. Bu çocuklara reva mıydı bu zulüm? Ama elden ne gelirdi işte..? Gözü, sütünü lavaboda sağmaya çalışan diğer bir anneye ilişti, sonra karnındaki bebeğine baktı ve yüreği burkuldu. ‘’Yetiş Ya Rabbim!“ diyebildi. Konuşmalar bitti ve sonrasında her görüş sonrasında olduğu gibi, herkes yatağına çekildi ve sessizce ağladı.

Melike Hanım ise önce bahçeye çıktı biraz hava almak için. Dikenli tellerin üstünden geçen uçağa takıldı gözleri. ‘’Allah’ım, bir gün yeniden belki hicret…’’ diyebildi bir iki damla gözyaşı ile. Bir kaç bekar öğrenci vardı. Onlar geldi yanı başına. Düşündü ve kalbi ile tasdik etti. ‘’Rabbim, bunlar yeni öğrencilerim ve biz seni bırakmaya kalksak ta, sen bizim ellerimizi bırakma’’ diye içten bir dua etti. Kızlara Zeynep’i anlattı önce. Sonra da bir bir onları dinledi. Görüş sonrası girilen şok yavaş yavaş atlatılıyordu.

Baba Mehmet Beyde de durum hiç farklı değildi. Kızını görebildiği için çok mutluydu kuşkusuz. Fakat aklından ‘’Allah’ım, acaba kızım büyürken yanında olabilecek miyim?’’ sorusu bir kez daha geçti, her görüşten sonra olduğu gibi. Mehmet Beyin bir arkadaşı vardı. Kahraman’dı adı. Kahraman iri cüsseli, fakat bir o kadar da duygusal ve narindi. Yatağına çekilmiş sessizce ağlıyordu. Mehmet Bey gitti yanına, durumunu sordu. ‘’Abi, bizimkiler altı saatlik yoldan geliyorlar, elde, avuçta bir şey yok. Arabayı satmıştım. Onun parası da ha bitti ha bitecek. Sağ olsunlar, arkadaşlar yardımcı oluyorlar, ama çok ağır geliyor be abi, yavrumdan ayrı, eşimden ayrı olmak… ‘’Baba’’ demeye başlayacak, ama yanında babası olmayacak.

Mehmet Bey ‘’Nerede albüm? Resim var mı yeni?“ dedi. Beraberce resimlere baktılar. Mehmet Beyin farklı bir konumu vardı koğuşta. Ona saygı duyuyorlar, görüşlerine önem veriyorlardı. Belki de yaşı diğerlerine göre biraz daha büyük olduğu içindi. Kahraman! Dedi. Sen gerçek bir Kahramansın. İleride bugünler geçtiğinde ‘’iyi ki bu güzel insanlarla berabermişim’’ diyeceksin. Oğlun da ‘’benim babam haksızlık karşısında susmadı, o gerçek bir kahraman’’ diye seninle övünecek. Ama, şu içinde bulunduğumuz durum ise çetin bir imtihan. Evet dersler çıkaracağız, ama isyana girmeyeceğiz. Sahibimize ‘’neden’’ deme hakkımız yok, çünkü sahibimiz o bizim. Fakat kurtuluş ve sıhhat için, evlatlarımız için dua edeceğiz. Burada arınıp öyle gideceğiz yanlarına, belki şer görünen şu musibette bizim için ne hayırlar var Kahraman? Kendimizi bırakmadan Rabbimize sarılacağız, tamam mı? deyip Kahramana öyle bir sarıldı ki, bu teselli Kahraman’a ilaç gibi geldi.

Öyle ya, Mehmet Beyin kendisinin de bir ailesi vardı. Dertleri ve üzüntüleri de… Fakat, burada ayrı bir vazife daha vardı. Mehmet Bey akşam yatağına çekilince sessizce ağlayacaktı, ama şimdi yapılması gerekenler vardı. Bu kadar zulüm ve kısıtlamaya rağmen, arkadaşlarının motivasyonunu yüksek tutmalıydı. ‘’Haydi bakalım beyler!’’ sesi yankılandı soğuk duvarlarda. Bir yanda nöbetçi yemekleri hazır ederken, o da ezana başladı. Battaniyeler serilip, cemaatle güzel bir namaz kılındı, ardından günün dua nöbetçisinin yaptığı dua ile de gönüllerden yükselen arzlar Rabbe yöneldi, gözyaşları eşliğinde. Sonrasında ise güzel bir Kemalpaşa tatlısı ve yeni bir çay sohbeti…

Zeynep Hanım ise otobüse binmiş ve tekrar evin yolunu tutmuştu. İrkilerek uyandı mola yerine varmadan az önce . “Anneanne, anneanne kalk.” dedi küçük Zeynep.

-N’oldu kızım, neyin var, kabus mu gördün?

-Hayır anneanneciğim, rüyamda Peygamber’imizi (s.a.v) gördüm. Elimden tuttu, ‘’kızcağızım, sen ısrarla anne ve babanı çağırıyorsun, ama bak, onları özel seçtim ben’’ deyip, elindeki listeyi bana gösterdi. Onlarınkilerle beraber, bizim isimlerimiz de o listede idi. ‘’Şimdi istersen seni onların yanına götüreyim, sen karar ver’’ deyip, bütün orada kalanların odalarını gezdirdi bana. ‘’İşte bunlar benim kardeşlerim’’ dedi bana. ‘’Anneanne ben artık istemiyorum gelmelerini, ne zaman işleri biterse, o zaman gelebilirler. Bir daha seni de hiç üzmeyeceğim, söz!“ deyiverdi Zeynep. Anneanne gözlerinden süzülen yaşlar için de, bir kez daha şükrederek ‘’Allah’ım, sen bizi zayi etmezsin, bizi doğru yoldan ayırma’’ diyerek küçük Zeynep’in başını okşadı tekrar.

Not : Yaşanmış olaylardan derleme yapılmıştır…

Nuri Kemal Çağdaş