İki Öğretmenin Yaşadıkları

İki Öğretmenin Yaşadıkları

Juni 22, 2020 Blog Makale 0

“17-25 Aralık” olarak da adlandırılan süreçten sonra ne Türkiye eskisi gibi kaldı ne de hayatımız. Aslında geriye doğru baktığımda ta o günlerden bugünlere yaşananların muhalif görülen veya kıskanılan bir kesimin yok edilmesi üzerine kurgulanan bir senaryo olduğunu daha iyi anlıyorum. 

2013 yılından önce  insanların  arkadaş olmayı tercih ettiği, saygı gösterdiği ve değer verdiği biriydim. Eşim de aynı durumdaydı ve öğretmenlik mesleğinde çok başarılıydı. Her nasıl olduysa hayatımızın olağan akışı tam da bu aşamadan sonra altüst olmaya başladı. İlk zamanlar bunu anlamakta zorlanıyor, hatta normal bakış açısı ile yorumlamaya çalışıyordum.

2013 yılı Kasım ayından itibaren, itibarsızlaştırılmaya, kötülenmeye ve dışlanmaya başladık. Hareket alanımız her geçen gün daraldı. Öyle ki bazı arkadaş ve akrabalarımız bize selam vermez hale geldiler. 

15 Temmuz 2016 tarihinde başarısızlıklar üzerine kurgulanmış olan bir darbe girişimi yapıldı. Failler darbe suçunu darbe ile en alakasız insanlar üzerine attılar. 15 Temmuz’da darbe günü tatilde olan, hastanede yatan, evinde oturan … Onbinlerce insan darbeyi yapanlar tarafından suçlu ilan edildi. Hukuksuzca işten atmalar, tutuklamalar, işkenceler ve bunun neticesinde ölümler yaşanmaya başladı. Resmen soykırıma tabi tutulduk.

Ben ve eşim darbe girişiminden iki hafta sonra açığa alındık. 1 Eylül 2016 günü ise ikimiz birden görevimizden ihraç edildik. Ondan sonra kimse bize iş vermedi. İş veren nadir insanlar da mahalle baskısı ile işe aldıklarını tekrar işten attılar. Diğer bir ifadeyle  demokrat ve modern zannettiğimiz  bir dönemde açlığa mahkum edildik.

15 Temmuz gecesinden sonra tutuklamalar hız kesmeden devam etti. O kadar ki bu tutuklulara yer açmak için diğer Adli Suçlar’dan dolayı tutuklu olanlar tahliye edildi. Bunların yerine Siyasi Suçlular olarak bizi tutuklamaya başladılar. Bazı şehirlerde işkence de vardı. İstihbarat Teşkilatının yakalayıp kaçırdığı birçok arkadaşımız faili meçhule kurban gitti.

Darbe girişiminden üç ay sonra, 18 Ekim 2016 tarihinde tutuklandım. Tutuklanmama gerekçe  tek delil “Basın açıklaması fotoğrafı” idi. “Silahlı Terör Örgütü Üyeliği” suçlamasıyla tutuklanmama rağmen, polis silah aramadığı gibi bir kişiye zarar verecek nitelikte silah ve emsali hiç bir şey bulamadı. Delilsiz, tamamı iftira, içi boş bir dosya ile tutuklandım. Cezaevinde 17 ay tutuklu kaldım. Üç kızım ve eşim kiralık bir evde, hiç bir gelirleri olmadan yaşamak zorunda kaldılar, tamamen yokluğa ve ölüme terk edildiler 

Eşim haftada bir gün, küçük kızımla birlikte 17 ay boyunca Cezaevine ziyaretime geldi. İki cam arkasında yarım saat sürmeyen bir görüşme yapabiliyorduk.

Hakkımdaki iddianamenin hazırlanması bir yıldan fazla sürdü. Bu bir yılda hak arayacak bir muhatap bulamadım. İtirazlarıma ve dilekçelerime ya cevap verilmedi ya da itirazlarımla ilgisi olmayan matbu cevaplar verildi. Hakkımdaki  iddianamenin büyük bir kısmı aynı suçla suçlanan kişiler hakkındakiler ile tıpatıp aynıydı.  İddianamede klasikleşmiş sayfalar dolusu cümlelerden sonra  benim hakkımda kısa bir bölüm vardı. Burada sendika üyeliği, dernek üyeliği, Bankasya’ya para yatırma, çocuklarını özel okula gönderme, Google Play Store’da herkesin kullanımına açık olan bir uygulamayı indirme gibi  akıl ile izah edilemeyecek ithamlarla suçlandım. Silahlı terör örgütü üyesi ve yöneticisi olduğum iddia ediliyordu. İlginç olan taraf ise iddiaların tamamında, kullandığım “anayasal haklar”ımın suç olarak bana isnat edilmesiydi.

Cezaevindeki günlerim çok zor ve sıkıntılı geçti. Gerek cezaevinde gerekse yargılanmam sırasında mahkemede anayasal haklarım görmezden gelindi. Halbuki bunlar anayasa ve kanunlar ile güvence altına alınmıştı.  Tarafsız ve bağımsız olması gereken mahkeme ve üyeleri bana baştan suçlu gözüyle bakıyorlardı. Mahkemeler tiyatrodan farksızdı. Aslında  en temel hakkım olan “masumiyet karinesi” hiçe sayılmıştı; bir ceza alacağım baştan belliydi. Bu nedenle mahkemenin gözünde, yargılanmam, savunmamın alınması veya delillerin incelenmesi, vakit kaybından ibaretti. Nitekim öyle de oldu. Sözüm ona hukuk okumuş! hakimler,  5. duruşmamda, eline kalem ve kitap dışında bir şey almamış bir öğretmen hakkında 6 yıl 3 ay hapis cezası verdiler ve temyiz süresince tahliyeme karar verdiler.

13 Mart 2018’de cezaevinden tahliye olduktan sonra bütün çabalarıma rağmen iş bulamadım. Sürekli bir şeylerin düzelmesini beklerken, her şey daha kötüye gitti. Eşim mahallede komşuları ve akrabaları; çocuklarım ise arkadaşları tarafından dışlanıyordu.  Hakkımdaki 6 yıl 3 aylık hapis cezası Yargıtay tarafından onaylanırsa tekrar Cezaevine girecektim. 24 Haziran Seçimleri ve o sırada karşılaştığımız nefret söylemi, bu yerde bize hayat hakkı tanınmadığını gösteriyordu.  Benim durumumda  olan insanların Türkiye’yi terk ettiklerini okuyordum. Biz de Haziranın son günlerinde aldığımız ani bir kararla canımızdan çok sevdiğimiz ülkemizden ayrıldık. Evimizi 2015 yılında satmıştık. Evde kalan son bir kaç parça eşyayı da satıp yol harçlığı yaptık.

Çok kötü ve zor şartlarda ülkeden çıkabildik. Sadece filmlerde izlediğim ve tarih kitaplarında okuduğum sahneleri yaşayarak Yunanistan’a geçtik. Devamında ise çamurlu yollarda saatlerce yürüdük. Gecenin bir vakti polis bizi gözaltına aldı. Şartları iyi olmayan nezarethane ve kamp hayatımız oldu. Daha sonra gazino, bar ve kumarhane gibi yerlerde kaçakçılarla buluşarak diğer Avrupa ülkelerine geçmenin bir yolunu aradım. Yunanistan’da kalamazdım.  Neticede buraya kalmak için gelmemiştik. Burada işsizlik yaygındı ve bakılamayacak kadar çok mülteci vardı. Burası hem ülkemden daha pahalıydı hem de bir kazancımız yoktu. Yunanistan’dan çıkmadan paramızın bitecek olması ve ailemle burada da zor durumda kalacağım endişesi ile geçirdiğim günler ömrümden bir ömür götüren bir süreç oldu.

Nihayetinde bu isteğimiz de gerçekleşti. Şimdi eşim ve üç çocuğumla İsviçre’de eski günlerin yaralarını sarmaya ve yeni bir hayat kurmaya çalışıyoruz.

Recep Toprak