Montsuz Küheylanın Yurtsuz Eşi
Gurbete gelin gittim anne.
Helallikler alındı, hicret kınası yakıldı elime.
Çok güzel insanlar tanıdım anne.
Gönül köprüleri kurduk, bağlandık birbirimize uhuvvetle.
Sonra, öz vatanımda „doğal olmayan bir afet “ oldu.
Füzeler, tanklar, yaralılar, yerde yatan canlar, akan kanlar; katran karası bir gece…
Kırdırdılar bizi birbirimize; askeri polise, kardeşi kardeşe…
Faili biz olduk, itibarsızlaştırıldık, örgüt olduk birden bire.
Çok seviyorlardı bizi, şimdi niye nefret ediyorlar anne?
Niye „oh „çekiyorlar Meriç’te can verene?
Bunca dışlama, aşağılama niye?
Niye beraatı çok görüyorlar zindandaki hastalara, hamilelere?
Nasıl sızlamıyor vicdanlar; kafese tıkılmış yaşlılara, masum bebeklere?
Bizim de ciğerimiz söküldü o „yapay afette „.
Bu ezan, bu bayrak, bu vatan bizim de namusumuz, canımız anne!
Nasıl da bir anda sahipsiz, işsiz, ersiz, atasız bıraktılar anne.
Dünyayi bize dar ettiler, yerimizden yurdumuzdan ettiler anne.
Birgün telefonla aradılar eşimi, çağirdılar göçmenlik idaresine.
Meğer tuzakmış anne; öz vatana göndermek için hain plana başlamışlar bile.
Damadın gitti anne, gidiş o gidişti; bir daha dönmedi hiçbirşey eskisine .
Sürüklediler ordan oraya , gizlediler bizden zalimce.
Hapsettiler bazen tek kişilik hücrelere ,bazen de kader mahkûmlarının olduğu yere.
Yıllarca hicrette talebelerine hizmet etmiş öğretmenlerine ,kelepçeyi layık gördüler anne.
Kalem tutan ellerini gördüm kelepçeyle, kucağımda kızımla gurbet elde ilk mahkemede,
Merdivenden çıktılar kelepçenin biri eşime, diğeri polise takılı vaziyette.
Rica etti polise: “Kepini kelepçenin üzerine koyar mısın? Görmesin ailem “diye.
Biz utanmadık; onlar utansın, layık mıydı bu temiz insan bu kirli muameleye?
İkinci mahkeme oldu anne, asıl tiyatronun başladığı, “mahkemecilik” oynadıkları yerde.
“Senden; ülkem, kendim ve hakim adına özür diliyorum” diye başladı savcı söze.
Dışarda duran üç şahsın kim olduğunu niçin beklediklerini biliyordu kendisi de!
Güya serbest bıraktılar ama arkadan kaçırılmasına yardım ettiler işbirliğiyle.
Bir başımaydım adliye eşiklerinde, son kez göreyim bari diye yalvardım bina içerisinde.
Arabayı bulmaya çalıştım, oradan oraya koşuşturdum ama götürdüler haince.
Hiçbir şey yapamadım, hiç kimse bir şey yapmadı anne, himayesinde olduğumuz resmi birimler bile.
İşte o zaman hukuk zaten yerlerdeydi.
Vefa da can çekişti, kardeş vatan dediğim ikinci memlekette.
Ertesi gün televizyonda gördüm, son dakika, sıcak gelişme, altyazı haberleriyle.
Kaçırılırken montunu bile giymesine fırsat vermediler, astım ilaçları da kaldı elimde.
O yüzden artık ona; “Montsuz Küheylan” diye hitap ediyorum, acı dolu tebessümümle.
Bu nasıl bir şovdu anne? Büyük bir yem olduk, kurtlar sofrasında küçücük halimizle.
Bizim dünyamızı, kendilerinin ahiretlerini yıktılar, farkında değiller anne.
Damadını merak etme; kendi gibi yiğitlerle birlikte
Kuran’la, kitapla, evrad ile Allah’a yakınlaşma gayretinde.
İmanlarıyla nurlandırdıkları medrese-i yusufiyede.
Ranzalara sığamayıp yerde yattıkları mazlumlar hanesinde.
Duysan ne hikâyeler var anne!
Sınırlarda çocuğuyla vefat eden, dağları devirip bataklıklara gömülen,
Uyanmasın diye yavrusuna uyku ilacı veren, dikenli tellere takılıp düşen…
Bu yangın yerinden kaçmak isteyen ne çok kimsesizler var anne!
Rüya mı gerçek mi ayırt edemiyorum anne.
Bu işkencelerin, kinin kokusu çok çirkin, nefessiz kalıyorum anne.
Onlar adına ben Allah’tan korktum; utandım istemsizce.
Erkeğinden kadınına, türlü çirkinlikleri yapıyorlar diye.
Bu nasıl bir akıl tutulması anne? Bu nasıl bir kalp mühürlenmesi öyle ?
Bu ne bitmez bir kıyım ne derin bir oyun anne?
Ama şüphen olmasın; kalmaz bu ahlar yerde…
Damadın hapse girince sevindiler; karısını da götürseydiler deyip uçuştu aferinler…
Yetmedi: “Bunların malı ganimet, kadınları cariye; öyleyse ben de bu kadına talibim“ dediler.
Onlar bu rezil fetvaları verirken ben diri diri can verdim anne.
Ailemle aynı anda toprağın altına girmek, bu zehirli kalplerden kurtulmak istedim anne.
Şimdi uzak bir yerdeyim anne, emniyetli kimsesizliğimle.
Küçük bir odam var; Kur’an’ım, tesbihim ve seccademle.
Meğer bunlar en anlamlı en sade çeyizimmiş anne.
Türlü türlü düşüyorsunuz gönlüme.
Bazen hüzünlü bestelerle, bazen suredeki bir ayetle…
Bazen keman sesiyle bazen mahpus türküleriyle…
Uçan kuşlara, bulutlara bakıyorum anne, yıldızlara güneşe.
Abim, kaynım, eşim ve diğer esarettekiler yerine.
Damlalar akıyor yanağımdan, boğazımda düğümle.
Ama sırtımı sıvazlayan gözyaşlarımı silen yarenim yok anne.
Benim de saçlarıma yıldızlar düştü hem de bir ay içinde.
Büyüdüm ben de gurbet içinde en derin gurbette.
Gelin oldum, anne oldum, şimdi hem anne hem de baba oldum iki kat yükle.
Dört yıl oldu görüşmeyeli; gelemedim, dikenliydi yollar anne.
Hep korktun; ölürsem cenazeme gelemeyeceksin diye,
Üzülme anne, biz baki beraberliğe talibiz ötelerde.
Başını hiç okşayamadığın torunun, baba deyip gözlerime bakıyor,
Bazen uykularında sayıklıyor, kapı sesine koşuyor, ağlama krizleri oluyor anne.
Polislerin babasıyla olan videosunu açtım birkaç kere.
İzlettim: “Bak baban arkadaşlarıyla; işi var biraz, gelecek sonra” diye.
Yaşından büyük yükler yüklenen torununda, yüklerinden de büyük umutlar saklı anne.
Altın neslin çekirdekleri, Nevbahar’ın sümbülleri onlar anne.
Tohumunda ne Şehballer saklı, ümidini hiç kaybetme!
Nam-ı Celil’in bayraktarları artık onlar anne.
Bizler cebren dağıldık dört bir köşeye
Bütün bunlar boşuna değil; hikmet dolu hepsi de.
Onlar filizlenip yeşerecek; hazan mevsimi bittiğinde
Aldıkları eğitim ve yetiştirildikleri terbiyeyle,
Çift kanatlı üveyikler olacaklar, ışık saçan masum çehreleriyle.
İslam’ın engin meltemi Batıdan esecek artık ılıtıcı etkisiyle;
Hayal bile edemediğimiz en ücra beldelerde.
Kırık ama ümit dolu yüreğimden sana son sözüm anne:
Bu çileli yıllar geleceğimize ve ahiretimize müjdeler sakladıysa eğer,
Yaşanan tüm ayrılıklara, acılara inan ki değer!
Şimdi zor gelse de; ileride özlenilecek günler; bu hicranli günler…
Azra Azer