Hoşgeldiniz…

Hoşgeldiniz…

Februar 12, 2020 Frauen auf der Flucht Makale Menschenrechte 0

Ben yıllardır bu ülkede yaşıyorum. Yaşadığım ülkenin kuralları oldukça üzerime sinmiş biri olarak önceleri bir misafir kabul ederken tamamiyle planlı ve programlı hazırlık yapan birisiydim. Kimin ve kaç kişinin geleceği, ne zaman neyin ikram edileceği gibi detayların hepsi önceden belirlenirdi. Ancak anavatanımızda yaşanan son süreçle birlikte bir çoğumuzun olduğu gibi bizim de yaşam tarzımız farklılaştı.

Artık eşimden gene bir telefonun devamında misafirimin gelecek olmasına alışmıştım… Günlerden bir gün yine telefonum çaldı ve eşim misafirlerimizin geleceğini söyledi. Önceki telaşlarımın gittiğini, yerini ise gelenlerin kendilerinin ve hikayelerinin bana katacakları anlamın vereceği heyecanın aldığını fark ediyor, ve bu esnada ise adeta bir çırpıda hazırlıklarımı yapıp bitiriveriyordum. Genelde tam sofra hazırlanmak üzereyken zile basılırdı ve ben bir heyecanla kapıya gider ve gülümseyerek kapıyı açardım.

Hoşgeldiniz…

Kapıdaki karşılamadan ve ilk şaşkınlık atlatıldıktan sonra, göz ucu bakışıyla dahi olsa onları incitmemeye özen göstererek ve de vakit geçirmeden sofraya davet ederdim misafirlerimizi, çünkü eğer yemeğe geçmezden önce hikayelerini dinleyecek olursak yemeğin hüzün ile geçmesiydi endişem. Hatta öyle ki belki günlerdir açlardı ve ben bunu sormaya bile çekinirdim.

Büyük bir sessizlik içinde sofraya geçiliyor ve çocukların şaşkın bakışları altında yemekler yeniyordu. Yemekten sonra dökülecek olan hüzünlü hikayeleri tahmin etmemize rağmen onları üzmemek için pek bir şey sormamaya gayret ediyorduk ama bir süre sonra misafirlerim „Abla bize ailelerimiz bile sahip çıkmazken sizler hiç tanımadığınız insanlara kapılarınızı açtınız ve sofranızda ekmeğinizi, aşınızı paylaştınız“ diyerek hüzünleniyorlardı. Birçoğu ailelerinden gördükleri vefasızlığı, kardeş gibi gördükleri insanların kendilerini nasıl hain damgası ile dışladıklarını anlatıyorlardı. Kendilerine hain diyen insanları dost bilmişler, yıllarca sofralarını paylaşmışlardı halbuki, ve bunu anlamakta bizler de onlar kadar zorlanıyorduk. İnsan nasıl bu hale gelebilirdi…

Kolay değildi yaşadıkları, insanın içini acıtan şeyler… Bir baba yetişkin kızları ve hanımı ile kim bilir nasıl korkulardan geçmişti. Her hallerinde yaşadıkları korkunun ve içine düştükleri durumun ağırlığını görüyordum… Hele anılarıma kazınan öyle bir şey var ki… ‚Bu bebek niye ağlıyor, bir sıkıntısı mı var?‘ diye sorduğumda aldığım cevap şu olmuştu: „Abla aç ta ondan.“ dayanılır gibi değildi bu, hele ki bir anne için.

İnsan bir sırt çantasına tüm hayatını sığdırabiliyormuş meğerse.

Kimi öğretmen, kimi doktor,  avukat, hakim, asker, subay… Hepsi aynı kaderi yaşıyorlar. Severek hizmet ettikleri ülkelerinde vatan haini ilan edilmişler. Ve başlarına gelen bunca şeye rağmen hepsi hala ülkelerini düşünmekte, Nazım Hikmet’in şiiri ile duygularını anlatmaktalar: „Nasıl öfkelenmem düşündükçe memleketimi, çırpınıyor ayakları altında bir avuç hergelenin…“

Hiç unutamadığım misafir anım ise Muharrem ayının onunda yaşanmıştı. O sabah bir gün önce gelmiş olan bir aile ile kahvaltı sofrasına oturmak üzereydik. Eşimin telefonu çaldı, „Ben bir kardeşimizi daha almaya gidiyorum, siz başlayın“ diyerek evden çıktı, ve daha biz sofrada iken bir abi ile geri döndü. Eşimin onu yolda biraz tanıma imkanı olmuştu çünkü eve geldiklerinde ‚Tekrar hoşgeldiniz“ diyerek birbirlerini bırakmayacakmışçasına sarılmaları ve ağlamaları unutulur gibi değildi. Ne olduğunu anlayamamıştım… Eşimi ilk kez ağlarken görüyordum ve büyük bir şaşkınlık içindeydim. Abiyle birlikte tekrar kahvaltı masasına oturduk ama kimse bir şey yiyemiyordu.

Ve abi başladı anlatmaya… Eşini ve üç çocuğunu Meriç’i geçerken kaybetmişti. Yaşadıklarını iki göz iki çeşme dinliyorduk hepimiz… Biz dinlemeye dayanamazken o bu yaşadıklarına nasıl katlanıyordu…

Ve eşime bir telefon daha geldi, eşim „Misafirler geliyor“ dedi… Abinin durumunu ve geldiğini duyanlar olmuş ve ziyaretine bir çok insan gelmişti. O gün evimize kaç kişinin geldiğini bilmiyorum. Ev abilerle öyle dolmuştu ki biz iki bayan kalabalıktan fırsat bulup kahvaltı sofrasına takviye bile yapamamıştık. Daha önce hazırladığımız dört kişilik sofraya gelen bütün misafirler de buyur edilmişti. Ev ise ancak öğleden sonra boşalmıştı. Bayan misafirimle ben masayı toparlamak için salona girdiğimizde gördük ki sofra sanki hiç oturulmamış gibi, hazırladığımız şekilde öylece duruyordu. Eşime „Hiç kimse bir şey yememiş“ dedim. Eşim de „Gelen herkes kahvaltı yaptı, her şeyden yediler, ama ben de anlamadım“ diye şaşkınlık içinde cevap verdi.

Bu bereketin o mübarek gün ve o mübarek abiyle birlikte geldiğine kanaat getirdim.

Bende iz bırakan o kadar anım oldu ki hangisini anlatayım bilemiyorum. Hemcinslerimin vermiş olduğu mücadele beni en derinden etkileyen şeylerden. Aklım almıyordu bir bayanın tek başına dilini bilmediği memleketlerden geçerek özgürlüğünü araması… Neler yaşamıştı da bunca sıkıntıyı göze alabilmişti? Böylesi bir yolculuktan sonra bu ülkeye geldiğinde ve bizler ile buluştuğunda ise korku yerini güvene bırakmıştı. Tarifsiz bir duyguydu bu.

Bir kış mevsiminde gece yarısı gelen misafirlerim beni şaşkına çevirmişti. Üzerlerinde neredeyse yazlık kıyafetlerle uzun süre dışarıda beklemek zorunda kalmaları, üstelik bayan kardeşimin hamile olması beni çok etkilemişti. Şaşkınlık içindeydiler elbette, ama metanet ve sabırlarına hayran kalmamak mümkün değildi. O halleri gözümün önüne geldikçe hala gözlerim doluyor.

Zihnimde yer etmiş en acı olayda ise ilk bebeğine hamile olan bir kardeşime bebeğini kaybedeceği haberini ben vermek zorunda kalmıştım, ve üstelik o gün benim doğum günümdü. Ne diyeceğimi, nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Ona güçlü olmasını telkin ederken aslında kendime moral ve cesaret vermeye çalışıyordum adeta. Kötü haberleri doktorlar kadar rahat verebilenleri tanımıyorum. Onlar bana Almanca söylüyorlardı elbette ama Türkçesini çevirmek o kadar kolay olmadı benim için…zaten onca sıkıntıdan sonra sığındıkları bu ülkede evlatlarını kaybetmişlerdi. Ama mecburdum, söyledim…. Cennette „Annem babam gelmeden girmem“ diyerek Cennetin kapısında bekleyecek olan Cennet kokulu kızımız defnedildi. Bu ülkede yeni açılan müslüman mezarlığına yerleştirilen ilk cenaze olması beni çok etkilemişti. Bu kardeşlerde gördüğüm o iman gücünün tarifi imkansız…

Rabbim evlatlarını kaybeden tüm kardeşlerimize sabır versin. Şüphesiz ki acıların en büyüğü evlat acısı…

Kimsenin kaybettiklerini yerine koyabilme imkanım yok ama acılar ve üzüntüler paylaşıldığında azalır ve hafifler. Onlara geldikleri bu yerde sahipsiz olmadıklarını, burada kardeşlerinin olduğunu hissettirebilmek bizim için en önemli gaye ve mutluluk kaynağı.

Eşimin telefonunun her çalması önceleri benim için misafir gelmesi anlamına geliyordu, ancak daha sonra anladım ki bana aslında bana onlarca yeni kardeş ve dost getirmişti.

Hepsini çok sevdim Allah için…

Gelen kardeşlerimizin bazı duygu ve düşüncelerini anlamakta bir hayli zorlandığım anlar da oldu.  Ben çocukluğumdan beri burada yaşıyorum ve doğal olarak alışkanlıklarım bu toplumun kurallarına göre şekillendi. Bana İsviçre’yi soruyorlardı, ve tabii ki benim açımdan olumlu görünen birçok şey onlar açısından tam tersiymiş gibi algılanabiliyordu ve herkesin beklentisi farklıydı. Kimisi başka bir ülkeye geçmek isterken burada takılıp kalmışken kimisi de anlatılanlardan farklı şeyler gördüğü için şaşkındı. Halbuki İsviçre için „Cennetten önceki son durak diyebileceğimiz bir ülke“ denmişti…

Son olarakta, bu kardeşlerimize sahip çıkmak bizlerin insanlık vazifesi diyorum. „Bugün Allah için ne yaptın?“ sorusuna cevap verirken, amacım bütün gayretimle sadece Rabbimin rızasını kazanabilmektir diyebiliyorum. Kimileri ülkede mukim insanların gayretlerini „ensarlık“ olarak görüyor olabilir, ama şahsım adına ben ensar olduğum iddia etmiyorum, edemem…çünkü Medine Ensarını düşündükçe haya ediyorum. Yine de çok şükür ki Allah bu güzel insanlar ile beraber olmayı ve bu kederli zamanlarda onlara ablalık yapabilmeyi nasip etti.

Gelenlerden dinlediğim hayat hikayelerinden sonra yaptığım en önemli çıkarımım ise aynı ırk, dil, din, mezhepten olmadan ziyade sadece ve sadece iyi bir insan olabilmenin ne kadar önemli olduğu oldu.  Allah bizi insan eyleye. Anavatanım olan ülkemde korkudan dolayı evladından vazgeçenleri, eşlerinden boşananları ve mazluma oh diyenleri, Meriç’te ölenlerin arkasından „Meriç bu pislikleri temizliyor!“ diyenleri gördükçe,  bizlere resmedilen asr-ı saadet menkıbelerini sanki yeniden görür gibi oldum. Tek fark değişen isimler ve yolculuğun sona erdiği ülkelerdi. Ben bugünlerin geçeceğine ve zulme uğrayan tüm kardeşlerimizin tekrardan hak ettikleri konumlara en kısa sürede yeniden geleceğine yürekten inanıyor ve bunun için dua ediyorum.

F.A.